top of page
Ara
  • Yazarın fotoğrafıDr. Betül Can

Şu Mutluluk Dedikleri….Bana Seni, Gerek Seni!



BÖLÜM 1


Mutluluk, belki de hayatımda felsefi, spiritüel, psikolojik, sosyolojik açılardan üzerine çok düşündüğüm kavramlardan birisidir. Özellikle nasıl mutlu oluruz sorusu eminim birçoğumuzun kafasını kurcalarken nedense mutluluk nedir sorusuna çok azımız kafa yormuştur. O yüzden mutlulukla ilgili “Nasıl?” sorusundan önce sorulması gereken soru; “Nedir?” sorusudur.


Yapılan bilimsel çalışmalar mutluluğun; insanın yaşam beklentisi, aile ve iş hayatındaki başarısı, üreticilik ve yaratıcılık boyutunu önemli düzeyde etkilediğini göstermektedir. Dolayısıyla mutluluğun ne olduğu sorusu, hepimizin doyum içerisinde bir hayat yaşaması için cevaplanması gereken önemli sorulardan birisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Mutluluk, “x”’tir dedikten sonra “x” olan mutluluk, nasıl mümkündür? sorusu cevaplanabilir. Kişisel mutluluk tanımlamalarımızın fark ettikten sonra o tanımlamaya ulaşmanın yolları üzerinde durmak, mutluluk kapısını arayabilmemize olanak tanıyacağını düşünmekteyim.


Mutluluk kavramına daha yakından eğildiğimizde, kavram üzerinde çokça durulduğu pozitif psikoloji literatüründe; hayatın iyi, anlamlı ve değerli olduğu duygusuyla birlikte neşe, memnun veya pozitif iyi olma durumu şeklinde açıklamalar geliştirildiği görülmektedir. Yine bu noktada mutlulukla ilgili düşünce tarihimize yön veren isimlerinin genel olarak ne söylediklerine bakmanın kavramın anlaşılması açısından anlamlı olacağını düşünmekteyim. Mutluluk, gerek felsefede gerek kadim öğretilerde, şimdi beşeri bilimlerde (sosyoloji, psikoloji, antropoloji, teoloji) üzerine en çok kafa yorulan bir konu olagelmiştir. Kadim öğretilerde mutluluk hep diğerleriyle ilişki üzerinden açıklanmıştır. Söz gelimi Çinli filozof Konfüçyüs, mutluluğu saygı ve hürmetle ilişkilendirirken; Budist düşünür Dalai Lama, mutluluğun merhamet ve şefkatle diğerlerine yaklaşmaktan geçtiğini belirtmiştir. Hint ve İslam kültüründe de mutluluk, toplumla ilişkilendirilerek açıklanmıştır. Felsefede Aristo mutluluğu eudomania ile (insanın gelişmesi ve refah) ilişkilendirmiştir. Aydınlanma dönemiyle birlikte Avrupalılar Antik Yunan’ın Epiküryen felsefesinden hareketle mutluluğu hedonist bir şekilde tanımlamaya gitmişlerdir. Diğer yandan 18. ve 19. yüzyılda faydacılar ortaya çıkmış; bu düşünürler de ne kadar insanlar hem kendilerine hem de çok sayıda insana mutluluk sağlayacak eylemlerin içerisinde bulunurlarsa o kadar mutlu olacağını ifade etmişlerdir ki; bugün Batı’nın sosyal devlet anlayışının altında bu felsefe yatmaktadır. Genel anlamda kadim ve felsefi öğretilerde mutlulukla ilgili vurgulanan sadece kendi istek ve arzularının peşinde koşmamak ve aynı zamanda başkalarının da refahına, iyi olma durumuna katkıda bulunmak olduğu söylenebilir.


Mutluluk kavramı, genellikle bireysel bir mesele olarak değerlendirilir. Ancak en bireysel veya öznel olan bile, özünde toplumsaldır. Dolayısıyla mutluluk olgusuna sosyolojik açıdan yaklaştığımda, yani mutluluktaki toplumsalın ne olduğuna baktığımda, modern dönem karşısında afallayan insan karşıma çıkmaktadır. Modern dönemle birlikte yaşanan sosyoekonomik gelişmeler neticesinde tüm fizyolojik ihtiyaçları olabildiğince doyurulan insan, dünyada bulunan adaletsizlik, teodisi (kötülük) problemi, hayatın sonlu oluşu, ölüm gibi konular karşısında varoluş sancısı çekmektedir. Yaşadığı günlük, haftalık, aylık, ya da belirli döneme özgü hazların bir şekilde sonu olacağını düşünmekte ve her güzel şey gibi mutlu olacağı anın da biteceği gerçeğiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu biteceğini bilme hissi, insanı kaygılandırmakta ve mutlu olurken bile zihninde “ee peki sonra?” sorusunu ortaya çıkmaktadır. Her şeye ulaşan insan, nasıl olur da an gelir “hiçbir şey” olur. Bu ve benzeri zihinsel sorular insanı; mutsuz olmaya dair korku ve kaygıya, yaşama dair varoluşsal problemlere sevk etmektedir. Söz konusu durum, modern dönemde insanların anlam bulmasını sağlayan yeni dönem ruhban sınıfına (geçmişte anlamı üreten din adamlarının modern dönemdeki karşılığı) diğer bir ifadeyle psikologlara, psikoterapilere, danışmanlara, koçlara gittiğinin arka planını anlatmaktadır. Saydığım meslek gruplarından birisi olarak kişisel deneyimlerimden hareketle yani danışanlardan edindiğim gözlemler neticesinde insanlar canhıraş bir şekilde ömürleri sonlanmadan mutsuzluklarının giderilmesine dair hep bir arayış halinde oldukları yadsınamaz bir vakıadır.


Görüldüğü üzere gerek düşünce tarihinde gerek kadim öğretilerde mutluluğa yönelik muazzam ölçüde kafa yorulmuştur. Ancak burada akılda tutulması gereken başkalarının yaptığı mutluluk tanımlamaları üzerinden devşirilen mutluluk tarifleri, herkese aynı elbiseyi giydirmekten öteye geçememektedir. O yüzden bu kavram üzerine herkesin kendi farkındalığıyla düşünmesi önemlidir. Başkalarının tarifleri, elbiselerin nasıl dikildiğine dair bir fikir verebilir ama o elbisenin tasarımı kişiye özel olduğuna her zaman dikkat edilmelidir.

Bir sonraki yazımda kişisel bir mutluluk sorgulaması yaparak, kendi gözlem ve deneyimlerinden hareketle bir mutluluk tanımlaması üzerinde duracağım….

 

BÖLÜM 2


Nerde kalmıştık….Ha evet modern insan!


Modern insan, en iyi evlerin, arabaların, en güzel mekânların, restoranların, kıyafetlerin, statünün, makamın, kariyerin, sermayesi çok (network tadında) ama içi boş sosyal ilişkilerin “İÇİNDE” olmaya çalışarak mutluluğu kovalıyor. Modern dönem ve kitle endüstrisi (kültürü empoze eden endüstri, söz gelimi günümüzün sosyal medyası) elbette kendi motoru olan tüketim çarklarının dönmesi için sürekli mutlu olmak için bir şeyin “içinde” olmayı empoze ediyor. Peki o “içinde” olduğumuz şeylerin bir an içinde olmadığımızı düşündüğümüzde geriye ne kalmakta? İşte bu geriye kalan bizi korkuttuğu için, yani herhangi bir şeyin içinde olmadığımızda adeta çıplak kaldığımızda ve kendimiz olduğumuzda korkuyoruz. Güvende hissetmiyoruz; hep bir şeylerin içinde olarak kendimizi mutlu hale getiriyoruz. Ve zamanla içinde olarak kendimizi hapsettiğimiz o içinde şeyler, zamanla bizi boğar hale geliyor. İçine zorla girmek için tüm hayatımızı harcadığımız şeyler, bize kendi ellerimizle yarattığımız bir hapishaneye dönüşüyor ve daha sonra kendi yarattığımız bu hapishaneden kurtulmak için o hapishanenin içerisinde çözüm arıyoruz. Peki bizi etkisi altına alan kendi ellerimizle yarattığımız bu hapishaneden (onsuz olmaz dediğimiz, bize kimlik bahşettiğini ve bizi kölesi haline getirdiğini düşündüğümüz her şeyden) kurtulmak mümkün mü?


Kavrama tersten yaklaştığımızda diğer bir ifadeyle konuyu “mutsuzluk” temelinde ele aldığımızda; zihnin yarattığı sınırlar, olmazsa olmaz dediklerimiz, onsuz yapamam dediklerimiz, tam olarak mutsuzluğa karşılık gelen şey olarak karşımıza çıkıyor. Bir nevi geleceğe yönelik sahip olduklarının olmayışına dair bir korku ve kaygı hali. Bu bağlamda mutluluk, onsuz yapamam dedikçe onlu olmaya çalışmak için uğraştığımız her şey. Aslında mutluluk illüzyonu içerisinde yarattığımız tutsaklık. Hal böyle olunca kendi yarattığımız bu tutsaklıktan özgürleşmenin mümkün olup olmadığı zihnimi kurcalayan bir soru haline geliyor.

Kitle endüstrisinin bizlere empoze ettiği şey, mutluluk denildiğinde modern insanın aklına hazları getirebilmesidir. Sanıldığının aksine haz, zaman zaman her ne kadar mutlulukla eş değer olarak algılansa da bana göre mutluğa karşı özünde adeta bir yabancılaşmadır. Yani söz gelimi en güzel yemekleri tadarak haz alacağına inanmak, gerçek mutluluğu yanlış şeylerde aramaktır. Dolayısıyla özünde haz odaklı bir mutluluk arayışı, yanılsamadan öte bir şey olmamakla birlikte, mutluluğu ıskalamaya gönüllü olmaktır. Dolayısıyla haz merkezli bir mutluluk tanımlaması, insanda mutluluk üzerine bir yanılsama yaratır. Mutluluğa ulaşmanın birinci şartı, bu yanılsamanın farkında olmaktır. Mutluluğun hazdan öte bir şey olduğunu idrak etmektir. “Ee yedik, içtik, seviştik ya sonra….?” İşte, mutluluk ya sonrasıdır. Mutluluk hazlardan öte olsa da elbette tamamen hazdan bağımsız değildir. Ancak söz konusu hazlar, eğer birileri ile ilişkili bir şekilde yaşanırsa o zaman mutluluğun kapısı aralanır. Söz gelimi lezzetli bir yemeği tek başına yediğinizde veya sevdiklerinizle birlikte yediğinizde elde edeceğiniz doyum farklı olacaktır.


Kişisel anlamda söyleyebileceğim şey; mutluluğun öznel iyi olma haliyle birlikte, özünde benzer ihtiyaçların kollektif doyurulmasına yönelik bir tarafı olduğudur. Bunun kaynağını ise; insanın varoluşunu ilk deneyimlediği anda aramak anlamlı olacaktır. İnsan varlığını, anne karnında bir bağlantıyla deneyimlemeye başlamaktadır. Anne karnındaki insan için var olmak, anneyle kurulan göbek bağından geçmektedir. Tamlık duygusunun en nihai noktasının olduğu bu yer, insanın yaşantısında bir daha deneyimleyemeyeceği ama sürekli arayacağı güveni sunar. Tüm ihtiyaçlarının (ruhsal ve fizyolojik) kendiliğinden karşılanmaya başladığını deneyimleyen insan, anne karnından ayrılarak yaşadığı travmanın etkisiyle ömrü boyunca bu tamlığı aramaya koyulur. Hayatında tüm eylem, girişim, çaba, emek, mücadele (kişisel olarak nasıl tanımlıyorsanız), anne karnındaki bu tamlık duygusunu en yakın tattıran durumlarda mutlu olduğunu, tam olduğunu en önemlisi de güvende olduğunu hisseder. Bu ilişkiden hareketle, mutluluk anne karnındaki yaşanılan duyguya en yakın haller olarak ifade edilebilir. Yani anne karnı, insanın temel fizyolojik (yeme içme güvenlik) ihtiyaçlarının karşılandığı, ruhsal olarak sevildiği, mutlu olduğunu hissettiği, sürekli geliştiği, geliştikçe kendini fark ettiği, böylece mutluluk duygusunun en yoğun yaşandığı bir ortam. Dolayısıyla fiziksel ve ruhsal ihtiyaçların koşulsuz ve şartsız karşılandığı ve yeni bir dünyaya merhaba diyene kadar sürekli gelişimin olduğu yer, bizim mutluluk hissini en yakın deneyimlediğimiz yer olarak düşünmenin anlamlı olacağı kanaatindeyim.


Bu noktadan hareketle varoluşun ilk nüvelerini deneyimlediğimiz bir atmosferde mutluluğu bağlantısallıktan geçerek yaşamaktayız. Bu anlamda mutluluk, kendimiz dışında bir şeyle ilişkili olma halidir. Çünkü hayatı ve varoluşu biriyle ilişkili olarak algılamaya başlarız. Farklı bir ifadeyle varoluşu annemizle olan ilişkimizden anlamaya başlarız. Harvard Üniversitesinin 76 yıllık yaptığı araştırmada mutluluğun sırrının; kişilerin ömrü boyunca en mutlu olduğu anların birileriyle ilişkili olduğu anlarda yattığını göstermektedir. Bu minvalde mutluluk demek, diğerleriyle kaliteli vakit geçirmek demektir. Bu da özünde başkaları tarafından sevilmeye, önemsenmeye, varoluşunu görmeye karşılık geliyor. Biz tek başına yemek yediğimizde, içtiğimizde, gezdiğimizde değil; bu eylemleri ailemizle, sevdiklerimizle, dostlarımızla, değer verdiklerimizle yaşadığımızda mutluluk hissini daha çok deneyimlerimiz. “Hadi bir çay koy da içelim, ya da hadi gel birlikte bir Türk kahvesi içelim” dediğimizde adeta tüm hücrelerimizle mutluluğa el sallamaya başlarız. Çay, kahve, yemek, gezmek bize bizim dışımızdakilerle bir şeyleri paylaşmayı çağrıştırdığından mutluluk hissi uyandırır. Yemek, içmek, gezmek bahanedir. Mesele “birileriyle” o eylemleri yapmaktır.


Evet! Yukarıda kendi hayat yolculuğumdan ve gözlemlerimden hareketle yaptığım sorgulamalar neticesinde ben de kendi mutluluk tanımlamamı yapayım. Belki sizin kendinizin yapacağı mutluluk tariflerine bir ışık tutar.


O zaman nedir bana göre mutluluk? Mutluluk; aynı anne karnındaki gibi ihtiyaçlarının karşılanacağına dair güvendir, sevgidir, bağlantısallıktır ve tam olma yolundaki gelişimdir. Benim dışımdakine (varsa tabi öyle bir şey) olan ihtiyacımdır.


Peki sizin mutluluk tanımız nedir?

bottom of page